Başlığımı reddeden bir girişle başlayacağım. Çünkü bu metnin konusu, kendimizi, her isteğimizi ifade ederken utanıp sıkılarak “bak, aslında bu bir ihtiyaç. arsızlık yapmıyorum, ihtiyacımı karşılamaya çalışıyorum.” der gibi, açıklamak zorunda hissetmemize bir başkaldırı denemesi olarak, bunun neden “anlamsız” ve haksızlık olduğunu anlatmayı amaçlıyor.
“İstek değil ihtiyaç” kalıbı bir dönem Twitter (X)’da çok popüler bir söylem olarak kullanılıyordu. O günden beri ben de çok sık kullanır oldum. Fakat, ne söylediğimin farkında bile olmayarak kullanmışım bunu. Oysa, sözlerimiz inançlarımızı ve peşi sıra davranışlarımızı, yani benliğimizi oluşturur. O yüzden ne söylediğimize dikkat etmek gerekiyor.
Bu söylemin nesi var ki?
Son zamanlarda neredeyse her talebimin sonuna bu cümleyi koymaya başlamıştım. Çok sık kullandığım için bir noktada dikkatimi çekti (bunu “Bende ne var ne yok?” köşesinde daha net ifade edeceğim). Sonra istekler ve ihtiyaçlar hakkında düşünmeye başladım ve neden - ve nerede, kendimi sabote etmeye başladığımı farkettim.
Bunları daha açık kılabilmek için öncelikle bu iki kavramı açıklamam gerekiyor.
İstek nedir? İhtiyaç nedir? Birbirleriyle çatışmak, birbirlerinin zıttı olmak zorundalar mı?
İşin felsefesine çok derinlerde girmeden, kelime anlamları üzerinden baktığımızda, kısaca şöyle tanımlayabiliriz:
İstekler, insanların arzu ettikleri ancak yaşamlarını sürdürmek için karşılanması zorunlu olmayan eksiklikleri ve arzu nesnelerini ifade eder. Kişilerin, biricikliğiyle, öznel deneyimleriyle yakından alakalıdır; çünkü arzular çoğunlukla benliğimizin derinlerinden gelirler. Bireysel tercihlerimizin konusudurlar. Dolayısıyla herkes için geçerli olmak zorunda değildirler.
İhtiyaçlar ise, insanların hayatta kalmayı sürdürebilmeleri için karşılanması gereken zorunlu koşulları ve nesneleri ifade eder. Yani bir canlı varlık olarak insanın, hayatta kalmak için vazgeçilmez derecede sahip olması gerekenleri kapsar ihtiyaçlar kategorisi. Dolayısıyla asgari düzeyde tüm insanların ihtiyaçlarının ortaklaştığı konular vardır: Yeme-içme, barınma-güvenlik, giyinme-örtünme, çiftleşme-üreme-seks yapma diye başlayan biyolojik ihtiyaçlardan tutun da bir topluluğa dahil olarak ait hissetme ihtiyaçlarına gelene kadar; birçok açıdan ortaklaşmıştır.
Aralarındaki belirleyici fark şurada: Zorunluluk ve arzu. İstekler, yaşam kalitemizi artırmak ve daha çok, iyi yaşam koşullarını inşa etmekle ilgiliyken; ihtiyaçlar hayatta kalmanın asgari koşullarına gönderme yapar. Ancak yine de bu ikisi arasındaki ayrım o kadar keskin mi? Emin olamıyorum.
İstekler ve ihtiyaçları düşünmeye başladığımda, son zamanlarda yetişkin bir insan olmak ve yetişkinliğin sorumluluğunu almak gibi kişisel gündemlerim de olduğundan, aklıma öncelikle “Maslow’un İhtiyaçlar Piramidi” geldi. İhtiyaçlar piramidi, hiyerarşik bir kategori olduğundan, epey zamandır eleştirerek yaklaştığım bir tanımlama biçimi olmuştur. Bu sefer de bu pencereden baktım, çünkü Maslow’un piramidi, kendi yaşadığı dönemin koşullarını karşılayabiliyor olsa da günümüzün dünyasına çok yabancı açıklamalar barındırıyor. Hatta belki de kendi dönemi için bile zorlamadır, çünkü insanın yaşamsal koşulları, - çağın ihtiyaçları değişse de, insan neredeyse her açıdan, evrimleştiği zamanlardan beri aynı insan.
Bu düşüncelerin etrafında dolanırken istekler ve ihtiyaçlar arasında köşeleri keskin tanımlar yapamadığımı(zı) farkettim. Bazen istekler ihtiyaçları da kapsıyor, ancak ihtiyaçlar istekleri karşılayamayabiliyor. Buna verilecek örnek sanırım sayısız, ama ben örnekler yerine kendi tanımlarımı vermek istiyorum. Benim tanımlamama göre bu iki kelimenin karşılığı şöyle:
İstek: Olmasa da olur, ama olsa ne güzel olur 😋 İhtiyaç: Olmazsa olmaz, olmazsa ölürmüşüm 🥺 😩
İstekler ve ihtiyaçların birbirine karışması
Bu kavramlar, başlangıçta, yani insanın dilde kullanma ihtiyacı duyması olarak baktığımızda, elbette ekonomiyle ilgili bir yerlere varıyor. İstekler sonsuz/sınırsız arzularımızı oluşturur. Ama ihtiyaçlar sınırlı kaynaklardan temin edilir. Çünkü doğada kaynaklarımız sınırlıdır. Ulaşılabilir ve sürdürülebilir bir insan türünün devamlılığı açısından, israf etmemek ve kaynaklarımızı ihtiyacımız ölçüsünde kullanmakla ilgilidir bu ayrım. Ekonomi, (eco-nomos) kelimesi bile köken itibariyle kaynakların doğru yönetilmesine karşılık gelir. Yani sosyal varlık olarak insanın, toplumlaşmaya (ve kalabalıklaşmaya) başlamasıyla birlikte gelişen bir ayrım, gibi görünüyor.
Toplumsallaşma ve tarihsel aşamalar açısından baktığımızda birçok tartışılması gereken veri var, ama bugünün koşullarından bakmak yeterli geliyor bu blog metni için. Bugün, kapitalizmin doruklarında ve neoliberal sistemin özgürlük kisvesi altında bize dayattığı satın alma kurallarının baskınlığı altında yaşıyoruz. Bu, isteklerimiz ve ihtiyaçlarımızı ayırt edemeyişimizin en önemli nedeni. Çünkü neoliberal politikalar, üretim değil tüketim odaklı. Yani, bu sistemin devam edebilmesi, insanların sürekli alışveriş yapması ve tüketmesine bağlı. “Tüketim toplumu”, “tüketimci kültür” diye diye eleştirip durduğum konu tam olarak bu.
Kıssadan hisse: Kapitalizm sürekli yeni ihtiyaçlar yaratır. Reklamcılık ve pazarlama aracılığıyla da kitleleri manipüle ederek bu ihtiyaçların istekleşmesini sağlar. Çünkü, insanlar bu sistemde, sistemin varlığını sürdürebilmesi için kaçınılmaz olarak tüketebilen yurttaşlar, satın alabilme gücüne sahip bireyler olmalıdır.
Postmodern çağ (bugün) bir tüketim toplumudur ve insanlar ihtiyaçlarından fazlasını üreterek tüketen, hatta tüketim fazlası atık üreten bir topluluk haline gelmiştir. Bu eleştirinin temel dayanağı doğayı ve doğal kaynakları tahrip etmemizle ilgili. Fakat, yine de tüketmenin ya da istemenin kendisi değildir sorun. Haddini bilmez şekilde tüketmek ve isteklerimizin kontrolünü elimize alamamaktır.
İsteklerin ihtiyaçlaşması paradoksu elbette işimizi zorlaştırıyor. Çünkü, insan sosyal bir varlık ve topluluğu tarafından onaylanmak onun zorunlu bir ihtiyacı, çünkü insan tek başına hayatta kalamaz. Bu sırayla baktığımızda, örneğin, çok da aşırı lazım olmasa bile, sırf bir reklamda gördüğümüz ve herkes tarafından sevilerek kullanılan o ıvır zıvır ürün, istek değil de olmazsa olmaz bir ihtiyaçmış gibi geliyor ve hemen gidip onu satın alıyoruz. Buradaki ihtiyaç, o nesnenin (satın alınan ıvır zıvırın) kendisi değil de “herkeste varsa bende de olsun, bende olursa kendimi çağıma ve topluluğuma ait hissedebilirim, bir şeylerden geri kalmamış olurum” kaygısı.
Başka bir örnek, kadınların makyaj yapması ve her daim bakımlı ve güzel görünmek zorunda olması: Belki o gün makyaj yapmak istemiyorsun, ancak örneğin işe makyajsız gittiğinde patronun “kendine bakmıyorsun, bakımsızsın” diyebiliyor. Yani insanların seni görmesi gerektiği şekilde görünmek zorundasın hayatta kalmak için. Çünkü buna aykırı davranırsan, vitrin olarak kötü ya da alışılageldik normların dışında görünürsen, insanlar tarafından beğenilmezsin; böylece değersizleşir ve tercih edilmeme nedeni olursun. Dolaylı olarak da işsiz kalabilirsin ve bu durumda da hayatta kalmak için ihtiyacın olan masrafları karşılayamayabilirsin. Yani kabileden atılabilirsin.
Nedenler arasındaki İlişkiler ağı gerçekten de böyle işliyor günümüz koşullarında. Yorucu, ama olanı biteni doğru okumak lazım tüketirken tükenmemek için. Bu konuları atölyede çok daha derinlemesine işlemeyi düşünüyorum. “Neden böyle oldu?”, “bugünlere nasıl geldik?” ve “Bununla mücadele etmemizin yolları neler olabilir?” gibi konuları işin felsefesini yaparak, diğer bilimsel bilgi birikimlerini de göz önünde bulundurarak düşünelim ve tartışalım istiyorum -ayrıca bu metnin hacmini aşacak derinlikte bir çerçevesi var bu konunun.
Özetle “istek değil ihtiyaç” açıklamasının önemli bir boyutu neoliberal sistemden ve isteklerin ihtiyaçlaşmasından, nihayetinde ikisinin farkını kavrayamamamızdan kaynaklanıyor.
"Sakın isteme" diyen bir kültür
Diğer yandan, “istek değil ihtiyaç” açıklamasını yapmak zorunda hissetmemizin bir nedeni de kültüre yansıyan ahlaki öğretiler. Bu da kapitalizmle oldukça içli dışlı bir sorun aslına bakarsanız. Çünkü her şey sınıfsal (olduğu için böyle bir sorunumuz var.) Sınıfsallık derken, burada kalkıp koskoca Marksist teoriyi anlatamam elbette. Ama orta sınıf ve altı kültürde yetişen insanlar ne demek isteyeceğimi anlayacaklardır:
Çocukluğunuzdan hatırlayın mesela… Misafirliğe giderken ebeveynleriniz tarafından sıkı sıkı tembihlenir miydiniz “sakın bir şey isteme, ayıp” diye? Ben bunun gibi bir kültürden geldiğim için, istemenin ayıp olduğunu öğrenerek büyüdüm. Bu durum, öyle azımsanacak bir sorun değil. İşin toplumsal cinsiyete varan boyutları bile var - özellikle kadınların yalnızca herkese hizmet etmesi gerekmesi ve herkesin her isteğini karşılamak zorunda kalarak yaşaması korkunç bir sosyal inşanın sonucu, bugün hala yaşadığımız sorunlar.
Burada garip olan kısım şu: Biz istemenin ayıp olduğunu öğrenerek büyürken, bir yandan da birilerinin isteklerini koşulsuzca karşılamak zorunda olduğumuzu öğrendik. Yani ahlaken her daim isteyen değil de veren, istekleri karşılayan taraf olmalıydık. Sevilebilir ya da değerli olmamızın koşulu buydu, çünkü sandık ki onlara istediklerini verirsek bizi severler. En büyük yanılgı bu.
Diğer yandan, daha garip olanı şu ki istemesi ayıp olan bizler var ve bir yanda da istemekten hiç çekinmeyen, daima isteyen ve istekleri karşılananlar var. Bizi onlardan farklı kılan ne peki? İstemek ayıpsa, diğerlerinin de isteyememesi gerekir? Bu sorun da sınıfsallık, ahlaki öğretiler üzerinden kurulan güç ilişkilerinin adaletsizliği ve Nietzsche’ye kadar varan bir eleştiriler ağıyla tartışılabilecek derinlikte. (bu nedenle bunları atölyeye bırakıyorum)*
Demek ki istemek ayıp değil ama “bazıları” için ayıp ve bu “bazıları”nı belirleyen koşullar da aslında oldukça kültürel bir ağ üzerinden şekilleniyor ve kesinlikle de değişken. Yani ben içine doğduğum kültürde değil de başka bir yerde doğsaydım, belki de isteme’nin ayıp olduğunu öğrenerek büyümeyecektim ve her isteğimi ifade ederken de kendimi bunun bir ihtiyaç olduğunu açıklamak zorunda hissetmeyecektim.
Bu konu, derinleştikçe utanç duygumuzla ilişkileniyor - bir kısmını son podcast bölümünde anlattım. Bunun belirgin nedeni, isteyebilenler gibi olamayışımız ve arzularımızı doyuramayışımızdan, yani varlığımızda taşıdığımız eksikliklerin dolaylı bir sonucu olarak, olduğumuz kişinin eksik ya da ayıplı, kusurlu bir varlık oluşuna duyduğumuz sarsılmaz bir inançla alakalı. Elbette sorun olduğumuz kişi değil, bizi içinde yaşamaya mecbur bıraktıkları koşulları sarsılmaz bir hakikat olarak benimseyişimiz.
Sonuçta, başkaları isteyebiliyorsa şayet, istemek ayıp olmamalı. Başta ifade ettiğim gibi sorun istemenin kendisi değil. İsteme (arzu) olağan şekilde insancadır, insanın sahip olduğu bir özellik.
İsteme yetimizle doğuyoruz dünyaya, ama bunun ayıplandığı bir terbiyeden geçiyoruz. Bu durumda sorun, isteyebilen varlıklar olmamızdan kaynaklanıyor olamaz. Yani sorun istemenin kendisi değil.
Yine de iyi ve dengeli bir yaşam için istemelerimizin kontrolünü sağlamamız gerekir. Bu, “isteklerimizi baskılamalıyız” demek değil, daha çok kendimizi gerçekleştirmenin önünde bir engel olarak istemenin ayıplanmasıyla birlikte, kendimize yabancılaşmamıza ve yaşamdan tat alamamıza neden olur. Fakat, istemenin aşırısı da bize iyi gelmez. Tükettikçe arzularımız tatmin edilemez, doymak bilmez bir hale gelir.
📌 Yakın bir örnek olarak dopamin bağımlılığından söz edebiliriz.
Her gün ekran kaydıra kaydıra tatmin oluruz, ancak o kadar çok kaydırırız ki artık tat vermemeye başlar. Elimizden telefonu bırakınca ne görelim! Saatler geçmiş ve doyurulamamış bir arzu açlığıyla baş başayız.
Sokrates, insan arzularının dibi delik bir fıçı olduğunu söyler. …Arzular sonsuzdur. Siz doldurdukça dibindeki delikten boşalır ve asla “tam” bir doygunluk hissi vermez.
Ve tatmin olduktan hemen sonra, mutsuz olup daha fazla arzuyu doyurmaya çalışarak aslında kendimizi tüketiriz. Bu nedenle istemelerimizin dengesini tutturmalıyız. Ki istekler yaratıcılığın da kaynaklarındandır.
Kendini yaratmak bir istek meselesidir, kendinin kim olmasını istediğine göre yaratır, o kişiyi seçimlerle inşa edersin.
Bu demektir ki isteme (istekler) insanın varoluşunu inşa etmesi için de zorunlu bir ihtiyaçtır. Gördünüz mü? Yine birbirinin içine geçti istekler ve ihtiyaçlar.
Sonuç olarak, modern zamanlarda durum sanırım şuna çıkıyor:
İhtiyaçlarını karşılamak yetişkin olabilmekle ilgilidir. İsteklerini gerçekleştirebilen biri olmak da kendini yaratmak ve özgürlükle donatılmış bir varoluşun şartıdır.
Kim bilir belki de sistem, kendimizden, özgürce yaşadığımız bir varoluş inşa edemeyelim, diye kafamızı karıştırıp oturduğumuz yerde kalmamızı ve kendimizi tüketmemizi istiyordur?
🌀 Bende ne var ne yok?
Bu konu hakkında bu kadar derinleşip (burada yalnızca bir kısmından söz etmiş olsam da), derinleştikçe kendi içimde kaybolmama ve uzunca bir sessizliğe gömülmeme neden olan bir olay oldu. İş görüşmesinde “ücret beklentiniz nedir?” dediklerinde yaptığım enayilik ve sonrası yerin dibine girmek istercesine duyduğum utanç (instagram’da ve podcast’te bundan söz ettiğim için tekrar anlatmayacağım bu olayı, meraklısı bu hikayeyi dinlemek için aşağıdaki bağlantıdan podcast bölümüne gidebilir). İçime kaçtım, sarsıldım; ama çözdüm nedenlerini ve gerçekliğe uyandım.
Uzunca zamandır üzerine düşünüp içinden çıkamadığım bir sürü soru işareti, zihnimde dağınık halde oradan oraya savrulurken bu olaydan sonra yaşadığım tüm o hisler, bir anda derli toplu hale geldi ve şunu gördüm: Ben o kadar inanmışım ki zaten değersiz olduğuma ve hakkımı istemeye layık olmadığıma, benim yerime benim ederimin ne olduğu düşünülüyorsa o kadarıyla yetinmeliyim.
Bu, oldukça sınıfsal bir problem. Parayla ilişkimde olduğu gibi insanlarla olan ilişkimde de hep ederinden azına razı gelen, hak ettiğini isteyemeyen, zorla bir şekilde istese de zaten alamayacağı yerlerden bunu isteyen kişi oldum. Çünkü hep fazlasıyla vermeyi öğrenerek büyüdüm. (some toplumsal cinsiyet rolleri problems…)
Hal böyle olunca, farkettim ki bunlar bilinçli olarak reddettiğim düşünceler olsa ve ideolojik olarak da sürekli eleştiriyor olsam da bilinçdışıma sinsice yerleşip benim “bu kişi olmama” neden olan sorunlarmış.
Fakat, yine de tüm bunlar değişebilir. Çünkü bunu fark ettikten sonra, davranışlarımı değiştirerek, kim olmayı seçiyorsam o kişi olmayı başarabilirim. Yani kendime çekinmeden, açıkça ve belki bazen utanıp sıkılmayı reddederek -muhtemelen başkalarına arsızca görünecek olsa da, istemeyi öğretebilirim.
Zor mu? Elbette. Ama işe istek değil ihtiyaç, demeyi bırakarak başlayabilirim gibi geliyor. Daha doğrusu, yersizce kullanmayı bırakmak gerek belki de.
Dahası, istemeyi hayatımdan çıkarmak demek, varoluşumu yaratmamak ve ihtiyacım kadar’da kalmaya razı olmak; yani sistem/toplum/diğerleri… kim olmamı istiyorsa o kişi olmak, demek. Peki ben bu yola ne için çıkmıştım? Kendi hikayemi yaratmak için.
Yaratmak demişken, yukarıda söylediğim gibi, insanın öznel bir bilinçle kendi hayatını yaratması, yaşam kalitesini arttırması, özgürce seçtiği kişisel arzularından gelir. “Bunu ben istedim” diyebilen ve bunun sorumluluğunu alabilen, özgür insanlar olabilmenin ve kendi iyileşme/özgürleşme yolculuğumuzu anlamlı şekilde sürdürebilmemizin koşulu, ne istediğimizi (ya da istemediğimizi) bilip bu bilinçle kararlar alıp verebilmemizden geçer.
Bunların farkına vardığımda bu denli sarsılmamın nedeni de başından beri “yapıyor olduğumu sandığım” şeyle, yani kendi hikayemi yaratma motivasyonuyla çelişiyor olmamdı. İsteklerime körleşip onları açıkça bile ifade edemez haldeydim. Bu döngüde sıkışıp kalmışlıkla, nasıl özgürce yaşayabilirdim ki?
Bu durum, keyfimi çok kaçırmıştı. Ama yine de bununla yüzleşip, bunu kabullenip, bununla baş etmenin yollarını aradım: Başka türlü davranmayı öğrenmeliyim, dedim ve bunu geliştirmeye devam ediyorum.
Son sözlerimi kültürün tutarsızlığına gönderme yaparak bir ironiyle bitirmek istiyorum:
İstemek ayıp diye büyüttüler bizi ama sonuçta “isteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü!”
Daha fazlasını yorumlamak ve kişisel istemeleriniz konusunda tutarlı, kararlı ve ölçülü olmak size kalmış.
İlgili olabilecek diğer içerikler:
Podcast :
Diğer bloglar :