Travmalarınızın nedeni uslu çocuk sendromu olabilir.
Aslına bakarsanız, sorun şu: Hiçbir çocuk “uslu” değildir. Uslandırılmıştır.
Çocuk, doğası gereği “yaramaz”dır çünkü dünyayı keşfetmek için hareket etmek ister. Meraklıdır ve öğrenmeye çalışır. Fakat, terbiye adı altında onların bu merak duygusuyla birlikte benliklerini de yani bir kişi olma ihtimallerini de hadım ediyoruz.
Bu, kültürel olarak muhtemelen hepimizin yaşadığı bir problem. Ailenizde görmediyseniz de topluma karıştığınız her yerde maruz kalmışsınızdır.
En başta okul, bir uslandırma kurumudur mesela.
Bir çocuğu yetiştirmek demek, ona doğru sınırları öğretmek demektir. Ama bu doğrular, kimin doğrusu? Problem burada başlıyor. “uslu” kelimesine dikkat vermek lazım. Akıl-lı, us-lu çocuklar, akıllanmaları için bedenine ve varoluşuna yabancılaştırılmış çocuklardır. Ve bugünün yetişkinleri olur o çocuklar.
Bu, felsefenin çok temel bir tartışmasına kapıyı aralıyor.
Filozoflar, çağlar boyunca “insan nasıl olmalı” “nasıl yaşamalı” gibi sorulara cevaplar ararken, aklı fark edip, onu diğer varolan canlılardan ayıranın bu olduğunu gördüler (rasyonalizm).
Aklı yücelttiler ve aklın önderliğinde insanın kendinin en yüksek versiyonunu yaratacaklarına olan inançla, yalnızca aklı ön plana çıkarttılar. Burada, beden dışarda konumlanan, bizi yanıltabilecek olan, kusurlu, ölümlü ve kendisinden utanılacak bir varlık olarak indirgendi. Fakat, akıl öyle miydi?
Akıl içeride olan, ölümsüz olandı. Çünkü aklın ışığıyla yaptığımız şeyler, yarattıklarımız, kültürü ve bizden sonrakileri de yaratacaktı. Haklılık payı var, evet. Ama yarattığımız kültür bizi yaşatmaktan çok hasta ediyor.
Bugün, bilim ve teknolojinin de gelişimiyle birlikte anladık ki akıl-beden ya da zihin-beden gibi ikili karşıtlıkların ve bu karşıtlık dolayısıyla yaratılan hiyerarşinin, aslında bir yanılsama. Bunun, insanı kendine yabancılaştırdığını keşfettik.
Nörolojik görüntüleme teknikleriyle, zihin denen şeyin, benliğimizi işaret eden şeyin, bedenden bağımsız olmayıp, aksine bedenle bir olduğunu anladık. Bedenleşmiş biliş olarak adlandırılıyor bugün bu konu literatürde. Bunun anlamı, zihnin çalışma sisteminin, sinir sistemindeki bir sürü nöronun sürekli bağlantılar kurarak gerçekleşmesi.
Bedenle birebir temasla, 100 m/sn hızında süren bağlantılar ve kocaman bir ağ sistemi. Bu demek oluyor ki bedenin ihtiyaçları, aslında indirgenmesi değil, bizi hayatta tutması için desteklenmesi gereken şeyler.
Çocukluk ve uslu olmak konusuna geri dönelim:
Alice Miller, “pedagoji” adı altında, (kendisi “kara pedagoji” der) çocukları uslandırmaya çalışırken, karakter gelişimini engelliyor ve onları herkesle aynı kişi olmaya zorluyoruz, der.
Toplumdaki uyulması gereken kurallar, herkes içindir ve bu doğruları toplumsal-kültürel inşalar halindeki “doğru” olduğuna inanılan, “normal” kabul edilen şeyler belirler. Herkes aynı kişi olmaya başladığındaysa, orada bir kişi’ye dair hiçbir şey kalmaz. (Foucault)
Özgünlük, benlik, karakter yitirilmiştir.
Üstelik, kısırdır bu hal. Çünkü herkes aynıysa, aynı şekilde düşünüp, aynı şeyleri isteyip duruyorsa, orada eleştirel olan da yoktur. Farklı olan bir şey yoksa yaşam boğucu bir hal alır. Sıradanlaşır ve sıkıcılaşır.
Etrafımızdaki herkesin aynılaşmaya başlaması, hayattan aldığımız lezzeti de azaltır. Çünkü her gün aynı yemeği yediğimizde “hayat bundan ibaretse ve başka lezzet yoksa ne anlamı var bunun” dersiniz. Üstelik, içten içe biliriz ki o kadar da aynı değiliz. Olduğumuz kişi aslında farklıdır, DNA’mız gibi herkes eşsizdir. Ve uslana uslana farklılıklarımıza rağmen aynılaşırız.
Ama çocuk için başlarda durum böyle değildi.
Çocuk, daha dünyaya geldiği ilk anda ona kim olacağının söylenmesiyle belirlenmiştir. Özgürlüğü sakatlanmıştır. Hayatı keşfetmek ve bu yolla kendini yaratmak yerine, sistemin kime ihtiyacı varsa o kişiye dönüşür.
Eninde sonunda da dönüştüğü kişilik-siz kişi, “kendisi olmasa da dünyada işlerin yürüyebileceği” bir şey ortaya çıkarmıştır. Hep uslu bir çocuk olmuştur. Çünkü kendisine söylenen her şeyi yapmıştır. Ve böyle olduğunda mutlu olacağı vaad edilmiştir. Ama dünyayla karşılaştıkça, bu beklentinin karşılığı olmadığını görüp sarsılır. Olması gerektiği söylenen kişi olduğu için içten içe bir suçluluk hissetmeye başlamıştır uslu çocuk.
Bunun adı varoluşsal suçluluk.
Dünyanın beklenti ve taleplerini karşılamaya çalışırken, kendi varoluşuna ihanet etmiş olmanın suçluluğu. Uslu çocuk mutsuz. Uslu çocuğun kafası karışık. Uslu çocuk, onu büyüten koşulların bizzat kendisi tarafından travmatize edilmiştir özetle.
Uslu çocuk, bir gün bu gerçekle yüzleştiğinde ya ona öğrettikleri yoldan gidip, bu buhran dolu hayatı katlanarak büyüyen bir azapla öylesine sürdürecektir ya da kendisine öğretilenleri silip, kendine yeniden öğrenmenin yollarını yaratacak, kendini oluşturmak için özgürlüğüyle yüzleşecek ve bu özgürlüğün sorumluluğuyla yaşamını yaratma adımını atacaktır.
Bu adımla da kendini kendinden yeniden doğurup, tıpkı bir çocuk gibi kendini yeniden yetiştirecektir. Kendini, bir sanatçının büyük bir disiplin ve sabırla, emekle inşa ettiği başyapıtı gibi yontup oyarak, malzemeyi güzelleştirmenin yollarını arayacak ve elindeki kendilik malzemesinden özgün bir güzellik yaratacaktır.
Özgün yaratım olan eser, bizzat kişinin, “bunu ben yaptım” , “bu hikayenin yazarı benim” dediği yaşamıdır.