Zaman yok, zaman bu.
Kendimle hasbihallerimde farkına vardığım en değerli bilgilerden biri, zamanımı yönetemeyişim karşısında duyduğum ağır suçluluk hissiydi. Detaylıca planlar yapıp, hedefler belirleyip, gerçekçi olduğuna inandığım şekilde ajandayı sınırlayıp elimden geleni yapıyordum. Ama yine de olmuyordu ve yetişemiyordum hiçbir şeye.
Farketmem zaman aldı, başlarda göremedim. "Ego"m tarafından kör edilmişti gözlerim. Sonra biraz geri çekilip uzaktan bakmaya başlayınca, çok yerinde gibi görünen bütün o planların, bir insanın bir gününe ne kadar ağır geldiğini gördüm: İnsan olmanın sınırlarının üstünde bir performans göstermeye kendimi zorlaya zorlaya, yapılacaklar listesine atılacak tikler azaldıkça ben azalıyordum. Dinlenmeye ihtiyacım olduğunu farkedip ara verdiğimde de listeye atılacak tikler arttıkça, yetersizlik hissim büyüyordu. Ne öyle ne böyle.
Yetişemiyordum kendime ve hayatıma. Ama hedeflerim de vardı. Yapılacak çok şey vardı. Bir yerlerde bir hata olmalıydı… Diye diye denemediğim zaman yönetimi tekniği kalmadı. İşe yarayan oldu, işleri daha çok baltalayan oldu. Onlarca seneyi düşe kalka bugünlere getirdim, ama bu sorunu şimdilerde çözebiliyorum.
“Bir kitap okudum hayatım değişti” diyemem elbette. Bugün bunları bu açıklıkta görebilmemin nedeni, senelerdir okuyup öğrendiklerim, kendimle ilgili derin farkındalıklarım ve üzerine eklenmiş son tuğla olarak “Hissedilen Zaman” adlı kitap oldu. Kitapta benim için en vurucu cümlelerden birisi şuydu:
“Bizi yoran, yapılacak işin kendisinden çok o iş hakkındaki duygumuz”.
Bu duygularla baş edemedikçe ertelemeye başlıyoruz. İşi yapana kadar, o işi nasıl yapacağımız hakkında saatler harcıyor, planlama bağımlılığı geliştirene kadar deniyoruz bir şeyleri. “Onu öyle yapsam, bunu böyle desem, şunu şuraya koysam”lardan “onu öyle yapmaya, bunu böyle demeye, şunu da şuraya koymaya” geçemiyoruz bir türlü. Belli ki “öyle yapılacakları” yapma konusunda yaşadığımız ve aşamadığımız negatif duygudurum ya da düşüncelerimizden çıkıp, bir sonraki adıma geçemiyoruz. Oysa, bunlar hakkında haddini aşan düşünsel mücadelelere girişene kadar kalkıp gerçek bir eylemde bulunsak, muhtemelen işler tamamlanacak. Ama öyle olmuyor. Biliyorum.
Bunu açıklığa kavuşturmadan önce, kitapta görünce, bildiğimi sandığım ama zihnimin tozlu raflarına karışmış olan ölü bir bilgi canlandı bir anda. Hatırladım daha doğrusu. Şöyle söylüyordu:
“Zamanı yönetemeyişimizin nedeni, zamanı ve zamanın içindeki varlığımızı algılayamayışımız.”
Podcast bölümlerini dinleyenlere tanıdık gelecektir, çok sık söz ederim varoluşçuluktan bahsettiğimde: Elindeki zamanla, yani zamandaki varlığınla ne yapacaksın? Bu soru, benliğimizi, kim olduğumuzu, daha doğrusu kim olmak istediğimizi; yani kendimizi nasıl yaratmak istediğimizi ölçüyor aslında. Çünkü zaman ve mekandan bağımsız bir varlık kurgulayamayız biz insanlar olarak. Buna tabiyiz. Ve fakat, zamanın akışını algılayamıyoruz, çünkü hiç “şimdi ve burada” değiliz. Hep geçmişin hezeyanlarında ya da geleceğin bilinmezliğinin endişelerinde boğuyoruz kendimizi.
Bu metnin amacı, “anda kal, akışta kal, meditasyon bilmem ne…” değil. Ama evet, odaklı çalışmak, şimdi’ye tahammül geliştirmek, hele günümüzün hızlıca akıp giden zamanlarında oldukça zor. Bunlar kültürün bize yan etkileri. Kültür bize verdiklerinden fazlasını geri alıyor.
Kendini tanımak kolay iş değil.
Kolay olsa bugün hala terapilere, kişisel gelişim kitaplarına bunca parayı dökmezdik muhtemelen. Fakat garip olan şu ki “kendini bil-kendini tanı” düsturu 2500 seneden fazladır neredeyse tüm antik bilgeliklerin insanı anlamaya çalışırken farkedip öğütlediği bir tavsiye. O günden bugüne hala aynı şeyler söyleniyor insanın yaşaması söz konusu olunca.
Binlerce senedir keşfedilmiş bir bilgiyi bugün hala uygulayamıyor olmamızın nedeni, bu bilginin hatalı olması değil. Bu bilgiyi idrak edememiş olmamız. Çünkü bu bilgiyle ve kendimizle ne yapacağımızı bilmiyoruz. Çünkü kendimize çarptıkça kendimizde filizlenmiş acılarla temas ediyoruz. Bu temastan sağ çıkmak mümkün, fakat acıyla göz göze gelmek, ona bakmak da cesaret istiyor.
Üstelik, kültür de işimizi hiç kolaylaştırmıyor.
“Efenim halk açlıktan kırılırken kim takar kendini tanı bilmem ne’yi…” durumları var nihayetinde. Hayat devam etmek zorundayken, hayatta kalmanın temel ihtiyaçlarını karşılamakta dahi zorlanıyorken, kendimizde anlamlı bir yaşam kurma çabasına girecek enerjiyi bulamıyor olmamız da doğal. Bu bizim suçumuz değil, sistemin suçu. (Ama sistemi değiştirmek ve dayanışarak daha adil bir yaşamı yaratmak için çaba göstermeyişimiz bizim suçumuz, o ayrı.)
Sorunun bizzat ve sadece bizde olmaması doğru; yani sistemin krizleri. Fakat, sistemi, şunu bunu suçlayarak kendi sorumluluğumuzu almamak bizim kendimize dair işlediğimiz en büyük suç. Orada burada “varoluşsal sancı” adıyla dillere pelesenk olan sancı var ya… Tam da nedeni bu.
Kendini yaratmak için, kendini, özgürlüğünün sorumluluğunu alarak ortaya koymak için atılmayan adımların, eylemsizliklerin tüm varlığımızda yarattığı suçluluk duygusu. Semptom olarak ölçmesi kolay değil, ama “anksiyete” başlığında ifade edebiliriz bunu kısaca. Hani o, can sıkıntısına tahammül edemeyip sosyal medyada ekran kaydırmakla geçirdiğiniz zamanlar hissettiğimiz şey.
Kendinin sorumluluğunu almak ve özgürleşmek demek, zamanının sorumluluğunu da almak demek. Çünkü biz üzerine bastığımız mekandan ve içinde hareket ettiğimiz zamandan ibaretiz. Peki, zamanımızla ne yapıyoruz?
Podcast’te bu konuyu görev-sorumluluk ayrımı üzerinden ele almıştım. Bu da çok kıymetli bir ayrımdı. Fakat, bugün bunun üzerine ekleyerek ilerleyeceğim:
Planların arasında boğularak, hayatıma yön vermek yerine hedeflerimin kurbanı olup şikayet eden birine dönüşmüşüm tüm zaman boyunca. Zamanımın sorumluluğunu alıyorum artık, dedikten sonra “iyi de nasıl, ne yapacağım şimdi” sorularıyla debelenirken de epey vakit kaybettim. Ama bir şeyler yaptım. İçimden gelen ve askıya aldığım bir şeyler vardı hep. Tek tek onları yokladım ve işime geleni yapmaya başladım. İşime gelmeyenlerin de zamanı geldi. Onları da işler ilerledikçe yapmaya başladım. Oturup sıfırdan, tek başına, hiçbir teknik bilgi olmadan giriştiğim bu web site'yi hayata geçirmek bunlardan biriydi mesela. Hiç işime gelmiyordu, çünkü hiçbir fikrim yoktu. Ama zamanla, deneye yanıla, ara sıra yoklayıp baka baka, araştırıp inceleyerek, "kendimce" bir yolunu bularak yaptım.
Derken, üzerine saatler harcayıp kusursuz ajandalar yaratmaya çalışmak yerine, sakince:
Bu ay/bu hafta ne yapsam olur?,
Bana hangisi iyi gelir?,
Yapmak istemesem bile yapmak zorunda olduğum neler var bu aralar?,
Hangisini nasıl önceliklendirmeliyim?
En önemlisi de;
Bu kadar şeyi bu kadar zamanda gerçekten yapabilir miyim?,
Sınırlarım ne kadar ki?,
Mesela
Oturup ne kadar odaklı bir çalışma yapabiliyorum?
ya da
“x işi yap demişim, ama o x işin yapılma süresi nedir?”
... gibi soruları kendime sora sora kendimce bir alışkanlık kazandım. Kendime, koşullarıma, güncel durumuma ve ihtiyaçlarıma uygun şekilde tasarladığım bir plansız planlama yöntemi inşa etme alışkanlığı... İnşa etmek demişken, bazen yıkıp yeniden yapılandırılan bir yöntem bu. İhtiyaçlar ve öncelikler değiştikçe zamanı yönetme şekli de değişiyor. Ama disiplinden şaşmıyorum artık.
Takvimi yönetirken bazen manuel bazen de gerektiğinde dijital ajandadan destek alıyorum, ama bu da kişisel tercihlerle ilgili. Kullanım kolaylığınıza uyuyorsa deneyip yanılarak size uygun olanını yaratabilirsiniz. Bu önemli.
Sağda solda önümüze çıkan zaman yönetimi tekniklerinin işe yaramıyor olmasının en önemli nedeni kişisel olmaması. Herkes için hazırlanmış prosedürel takvimler, biricik yaşantılarımızdaki yönetimsel ihtiyaçları elbette karşılaşamıyor. (Kişisel gelişim cümlelerinin işe yaramamasının nedeni gibi)
Özetleyecek olursak, sanırım insanlar olarak hayatlarımıza plansız bir planlama sistemi kurmalıyız bu çağın ağır yüklerinin ve yapılacak işlerin bitmezliğinin altında ezilmemek için. Kendimizle bağı olmayan sıradan programlara kendimizi tabi kıldığımızda tükenmişlik sendromuyla karşı karşıya kalıyoruz.
Bunun yerine, biraz durup, kendimizle bağ kurup kendimize göre planlamalar yapmak ve kendimize bu planlamalar arasında plansız zamanlar bırakmalıyız. Esneyebilen bir to do list. Bu to do list’i yaratmaya çalışırken, sanırım insanın kendine sorması gereken en önemli sorular da şunlar:
Ben kimim?
Hayatta nasıl var olmak istiyorum?
Neyi/neleri değerli ve anlamlı buluyorum?
Benliğimin ihtiyaçları neler?
Bu ihtiyaçları nasıl önceliklendirmeliyim?
İş güç bitmiyor ama bir şekilde işler yoluna giriyor. Bu sırada kaçırmamamız gereken detay şurada: Öncelikler arasında kendi ihtiyaçlarımızı koymadığımızda, ortada kendimize dair bir şey kalmıyor. Para kazanmak, kariyer kovalamak vs. yapılacak şey çok fazla da olsa insanın kendi kendisiyle vakit geçirmeye zaman ayırması gerekiyor.
Farkında olmadığımız, olsak da yeterince özenmediğimiz en önemli ihtiyacımız bu. İnsanın kendisiyle kaliteli vakit geçirmeyi öğrenmesiyle birlikte zaman yönetimi problemleri de kalkıyor ortadan.
Bunları gerçekleştirebilmenin yolu, ajandadaki işleri planlamanın bağımlısı olmadan, esneyebilen bir disiplin inşa etmek. (Disiplinli olmak için sabahın karanlığında uyanmak zorunda değiliz bu arada, zaten sürdürülebilir değil - her şey gibi bu da sınıfsal.)
Tüm kırılganlığımızla yüzleşip hayatın bizi kıran fırtınalı zamanlarına rağmen esneklik kazanabildiğimiz ölçüde, tüm hayatı kontrol etmeyi bırakıp şimdi’yle barışık, yani kendimiz olarak plansız planlamalarla yaşanabilir hayat.
Nasıl esneklik kazanabileceğimiz de büyük bir soru. Bunun tek bir cevabı yok ama ben böyle zamanlarda kafamı doğaya çeviriyorum. Orada gördüklerimden bir şeyler çıkıyor mutlaka. Esneyen bir yaşam akıyor doğada: Kaos (esneyen yarık), kendiliğinden kosmos'u (düzen) yaratıyor. Kusursuz olmayan, kendi içinde tutarlı ve yaşam dolu.
Tıpkı sert dalları ve gövdesi olan ama rüzgarda savrulurken sertliğine rağmen esneyebildiği için, kırılmadan varolmayı sürdürebilen bir ağaç gibi.
Bültende bu hafta:
Öne çıkan kitap önerisi: Marc Wittmann, Hisedilen Zaman: Zamanı Nasıl Deneyimleriz?
İlgili podcast bölümü önerileri:
To do list anksiyetesi
Didingenspor
O zaman dans
Zaman ve karşılaşmalar
Hayatı kaçırıyor olabilir miyiz?
🌀 Bende ne var ne yok? köşesi:
Bu aralar taşınma, iş-güç, radikal değişimler… farkettiğiniz gibi yoğunluktan pek görünür olamıyorum. Podcast bölümü kaydedemiyorum eski sıklığında.
Çünkü yetişemiyorum ve dahası yetişmem gerekmiyor.
Bunu kendime sık sık hatırlatmaya başladığımdan beri, önceliklerimi başka türlü görmeyi öğrendim ve geç kalınmış büyük kararlar aldım. Biri farkettiğiniz gibi taşınmaktı. Kentin ortasına, kaosun göbeğine. Ama böyle olması gerekiyordu, ihtiyacım buydu. İyi de geldi, hiç beklenmedik olanaklar açıldı önümde bu kararı vermemle birlikte. Ama tabii yorucu bir süreç. Bu sırada epey zamandır geciktirip durduğum “bu” web siteyi tasarlayıp e-bülten ve blog metinlerinin alt yapısını oluşturmayı da başardım. Instagram yasaklarının etkisi olmadı değil, ama instagram’ı eskisi kadar aktif kullanamıyor oluşumun yasaklarla ilgisi elbette yok. İşler biraz daha yerine oturunca eski tempoyu yakalarız, gibi geliyor.
Biraz daha düzenimi oturtunca atölye ve podcastlere, instagram'daki aktif paylaşımlı günlerime kaldığım yerden devam edeceğim gibi görünüyor. Ama daha çok yazmaya odaklıyım artık. Blogları kaçırmamak için bülten aboneliğine dahil olup her hafta e-posta'nızdan takip edebilirsiniz yeni yazılarımı.